ÖZGEÇMİŞ: 29 Ekim 1946; Zonguldak, Kozlu, Kılıç mahallesi. TED Zonguldak ve Eskişehir Maarif kolejleri; İst. Hukuk Fakültesi terk. 1965-67 TİP üyeliği ve sonrasında teorik çalışmaya giriş. Demokratik Devrim Derneği kuruculuğu. Akbank’ta çalışırken sendikacılık; o nedenle iş akti feshi. YapıKredi’de örgütlü Banks sendikası danışmanlığı. Sendika, İş Bankası’nda örgütlü Tibaş’a devredilirken tekrar iş akti feshi. İTÜ halkla ilişkiler ve uluslararası öğrenci staj bürosu şefliği; rektörlük tercümanlığı. Bazı dergilerde sahiplik ve yazı işleri müdürlüğü; bir çok makale; 8 adet bilimsel kitap editörlüğü. Alaplı’ya, sonra da Ereğli’ye yerleşme. Amerika Birleşik Devletleri Anonim Şirketi adlı kitabın yazılarak basılması. İkinci cilt çalışmaları ve Ayvalık’a taşınma. (Evli ve üç çocuklu).
Bir düşün adamı, emeğin kentinde yoğrulmuş, aydın bir kimlik ile geçen bir ömür... Bu sefer ki Portre Ereğli konuğumuz Araştırnacı / Yazar Cumhur AKSEL oldu...
Cumhur Ağabey, yazarlığa ilgin nasıl başladı; nasıl gelişti? Ayrıca, bugüne kadarki çalışmalarından örnekler de verebilir misiniz?
1966’da Cumhuriyet’in “Düşünenlerin Düşüncesi” sütünlarında bir küçük yazım yayınlandı; arkasından denemeler, mektuplar, makaleler, polemikler uzun araştırmalar, vb. geldi... Zaten bu yazma işi, yazıyı öğrenmeye başlayan çocukların merakı, heyecanı gibidir. Başlarda kendinizi durduramazsınız, sonunda da yazmadan duramazsınız; bencil bir durum yani. Meselâ şu anda kitabımın 2. cildini çalışmak için kendimi bir süreliğine istirahate çektim ama bir yandan da sözünü ettiğim aperiyodik makaleleri zihnime ve bilgisayara not etmekten vazgeçemiyorum. Benim yaşımda müthiş yorucu tabii; ama insanı da göze aldığı bu yorgunluk ileriye taşıyor, yaşatıyor.
1980-2000 yılları arasında Gelecek, Yerleşik ve Katkı dergilerinde sahip ve/veya yazı işleri müdürü olarak yeraldım. Üstüste yazdığım Sendikalizm ve Aydınlar başlıklı makaleler tartışma yaratmıştı. Daha sonra bir başka çalışmayı olgunlaştırıp genişleterek Mantık–Ahlâk–Estetik ana başlığını verdiğim makalede Küçük Burjuva Moral Estetik Üstyapısının Eleştirisine Katkı altbaşlığı ile kadın-erkek ilişkilerini inceledim. 2002 yılına kadar İnsan (Emek) Bilimi adlı bilimsel çalışma grubu içinde yayınlanan kitapların editörlüğünü yaptım. Ne var ki çalışmanın sahibi Ali Ergin Güran hızla liberalizme kaydı; ben de 22 yıl süren ilişkimi keserek Alaplı’ya yerleştim. Zaten Alaplı’daki tarihî konakların geçmişiyle akrabayım; tam 50 yıl sonra doğup büyüdüğüm yörelere dönmek bana iyi geldi doğrusu.
Seninle tanıştığımız Alaplı-Ereğli sürecindeki yaşamını anlatır mısın?
İlk dönemde moralim bir hayli bozuktu. Alaplı’da tanıdığım değerli dostların manevî desteğini aldım; hâlâ da alıyorum. Diğer yandan Istanbul’daki bir kadîm arkadaşım beni sürekli uyararak memleket meseleleri hakkında yazmam gerektiğini hatırlatıyordu; bıkmadan, usanmadan. Sonunda hem aperiyodik makaleler yazmaya, hem de Amerika Birleşik Devletleri Anonim Şirketi adını vereceğim kitabı çalışmaya başladım.
2005’ten bu yana aperiyodik yazılarımı Yeni Ufuk’ta Sina Çıladır Hoca yayınlıyordu. O da son seçimlerde desteklediği Hüseyin Bey’i ve onun AKP’sini fazlaca benimsemiş olmalı ki, basit bir itirazıma bile katlanamadı ve bana “uğurlar olsun” deyiverdi. (Böylece üç ayrı işkolundan da kovulmuş oldum). Oysa esas itirazım Hüseyin Uysal’a destek vermesine değildi. Aklımı almayan husus, bazı Ereğli gazetelerinden Belediye ilânlarını kesme/kestirme zorbalığının onaylanmasıydı Yani vaktiyle kendilerine yapılan şeyi, şimdi de kendilerinin başka gazetelere uygulamasıydı. Demek ki AKP rüzgârı hâlâ insanları önünde eğebiliyor…
Konuların neden daha çok siyaset ve toplumsal olaylar?
Aslında derdim günlük politika değil, hiçbir zaman da olmadı. Sistem(ler)le, yani emperyalizm ve onu yaratan kapitalizmle ilgiliyim. Ama özellikle son 15 yılda dikkatim fazlasiyle içe çekildi. Emperyalizmin niyetinin Anadolu’yu Türklerden arındırmak ve bu halkı en son kurtaranların simgesi Mustafa Kemal’in izlerini silmeye çalışmak olduğunu kesin bir şekilde kavradıktan sonra… Sömürgecilerin Lozan Kompleksi ile bizim gericilerin kapıldığı Atatürk Fobisi’nin çoktan beri uzlaştığını anladım. BOP Projesi dedikleri, Lozan komplekslilerin amaçlarını Atatürk fobililere uygulatmaktan ibaret. Dolayısiyle de insanımızı düşünemez hale getirmek zorundalar. İşte, Türk insanına ait olmayan, üstelik Türk dokusuyla da hiç uyuşmayan kapitalizm yoluyla bizi yabancılaştırdılar. İnsanımıza dengesini ve -ünlü vurgulu sazlar ustamız Okay Temiz’in vaktiyle söylediği gibi- “ritmini” kaybettirdiler. Büyüklerimiz bize “adam ol” derdi; şimdi çocuklara “zengin ol!” deniyor… Bu, gerçekten de ritm bozukluğudur; ki sonuçları itibariyle insan beyninin doğuştan getirdiği aklî melekelerin defeksiyonuna (Ar=muhtelliğine) yolaçar. Düşünce kırılmalarına, çift veya çok kişilikliliğe ve giderek de ülke çapında sosyal şizofreniye götürür, hatta götürmüştür bile… [Şimdi verilen 600bin rakamına inanmayın. 90’lı yıllarda resmî bir açıklama yapan Tabipler Birliği Merkez Konseyi, ülkede serbestçe gezinen“yaklaşık 3 milyon klinik şizofren olduğu” ilân etmişti. O tarihteki nüfusa oranla çok yüksek olan bu rakam hemen yokedildi; çünkü bunun yaklaşık %90’ı oy kullanma yaşının üzerindedir, yani günümüzde de oy kullanmaktadırlar…]
Türkiye’yi yönetenlerin ise, bireyleri, aklî melekeleri çerçevesinde ele alıp değerlendiren bir istikbâl projesi/politikası hiç olmamıştır. Tek tek insanlara “oy havuzunun potansiyel üyesi” diye bakılmıştır. Herkesi de kendileri gibi sanan böylesi düşünce sahipleri bir yerlerde iktidar olunca da -sırasiyle- akrabalarını, akrabadan ileri dost ve arkadaşlarını ve nihayet potansiyel oy depolarını beslemeye başlar; kendilerine karşı olanlara da zulmeder. Bu da halka ve özellikle esnafa, herkesin birbirinin ağzından lokma kapmaya çalışması şeklinde yansır. Nitekim meselâ Istanbul’da hatır sorulunca, cevaben, “boğuşuyoruz” diye bir lâkırdı ortaya çıkmıştır; oysa sadece hayvanlar boğuşur... Bu nedenle de zorunlu olarak her yazımızda konuları dünya genelinden hareketle Türkiye özeline getiriyoruz.
Eski bir Zonguldak'lı olarak emeğin başkenti Zonguldak ve Ereğli için kısaca neler söylemek istersin?
Tarihî dönemlerden itibaren ülkemizin bu bölgesinde en-eski ticaret kolonileri yeralmıştır. Osmanlı’yla birlikte de ticarî liman kentleri ve tersane olarak hep fayda sağlamıştır. Ama bilindiği gibi ancak 19. yüzyıl itibariyle yüksek önem kazanmış ve Cumhuriyet sonrasında da ilk sıraya yükselmiştir. Tabii ki senin bu sorunun cevabı sayfalarca yazılabilir. Ama Ereğli, ERDEMİR’in varlığı nedeniyle henüz ayakları yere basan bir kentimiz ve daha bir süre için canını kurtarmış görünüyor demekle yetineceğim. Dolayısiyle bu aşamada Ereğli’yi atlayarak Zonguldak, egemen sınıflara en fazla sıkıntı veren kentimizdir diyorum. Özal döneminde zirve yapan işçi hareketleri sonucunda, emperyalizmin global enerji politikaları ile TC iktidarlarının -işçilerden korkmakla başlayan- paranoyası örtüştü: Zonguldak’ın öldürülmesine karar verildi… Üstelik de bizde olmayan doğalgaz tüm Türkiye’ye alternatif gibi sunularak. Tamamen akla aykırıdır!.. Ayağını yorganına göre uzatmak yerine, boyumuza uygun yorgan ithal etmenin daha kârlı olduğuna ikna edilmiş gerzekler durumuna düştük. Böylesi bir politika, ülke sanayiinin de öldürülmesi anlamına gelir; ki zaten o sonucu vermiştir bile. Günü kurtaracak (palyatif) bir tedbir olan sıcak para girişi durunca, dayanacağınız hiçbir geliriniz kalmasın diye uğraşıyorsunuz demektir. Amerikalılar bunu “ayağına kurşun sıkmak” şeklinde tarif ediyor ama Amerikalılar yanlış söylemiştir; bizde buna, “şakağına kurşun sıkmak” denebilir ancak… Şimdilik bukadar söylüyorum; gerisi makaleler sırasında gelecektir.
Evet Ağabey, bu son cümlenden istifade ederek sana, “GazetEreğli’ye hoş geldin” demek isterim…
Evet, hoş bulduk. Uzun zaman önce yazılarımı yayınlamak istemiştin; ama tam o sıralarda da Yeni Ufuk yayınlıyordu; sen de anlayışla karşılamıştın. Nitekim seninle irtibatı hiç kaybetmedik; ben de yazdığım makaleleri sana hep gönderdim. Geçen aylarda yine bir vesileyle beni aradığında konuşmamız sırasında yeniden teklifte bulundun; ilgine çok teşekkür ediyorum. Açıkça söylemek gerekirse, her konuda aynı fikirde olmasak bile beni iyi bilmene rağmen gerçek bir demokrat tavır ortaya koydun ve emperyalizm karşıtlığı ile Atatük’te birleştik. Başka bir deyişle her ikimizin de Alemdar gemisindeki Recep Kaptan’ın leventleri olduğumuz çıktı ortaya… Umarım savaş falan çıkmaz da, barış içindeki bir Türkiye’de ilişkilerimizi bu çerçevede sürdürürüz diye düşünüyorum.
Son olarak gençlere ve genç yazarlara ne önerirsin?..
Dostlar can sıkmak, acı söylemek için vardırlar: Genç dostlarıma herşeyden önce tembellik etmemelerini öneririm; sonra da internete fazlaca takılmamalarını. Çünkü henüz farkında olmasalar da genç neslin önünde sıkıntılı, ızdıraplı bir süreç var. Dolayısiyle tek çareleri fikren donanmaktır. Bilgi, insanı bir adım öne taşıyan düşünce zincirleri toplamıdır. Tabii ki farklı açılardan ele alındığında, doğruluğu/yanlışlığı saptanabilir/ölçülebilir bilgiden sözediyoruz burada. Böylesi bilgiye de öncelikle internet üzerinden değil, ancak ve yalnız elle tutulabilir kaynaklardan, yani kitaplar yoluyla ulaşılabilir. Zamanınızı okuyarak, anlamaya çalışarak, hatta öğrendiklerinizin tersini de düşünerek geçireceksiniz. Sonra da“ben işi kaptım, tamamdır; oldum!” demeyeceksiniz. Çünkü günlük hayatta karşınıza öğrendiklerinizin tersi olaylar, bildiklerinizle örtüşmeyen konular çıkacaktır. Oluşmuş fikrinizi bunlara göre yeniden süzecek, tekrar ve tekrar sıraya sokacaksınız; ki bilgi, bundan sonra geriye kalan tortudur... Unutmayalım: İnsan, (1) ritmik ve (2) zamanı ve olayları sıralayan tek hayvandır. İnsanlık da, insan formundaki bir anne-babadan doğmuş olmakla elde edilmez; onu her gün yeniden kazanmak için uğraş vermek, ruhu hapseden bedene tâbi olmamak gerekir…